13 Şub 2013

İstanbul Kültür Çıkartması

 Ankara'dan bizleri ziyarete gelen, Eşimin anne ve babasına küçük bir sürpriz yaparak, onları   İstanbul Kültür turuna yazdırdık. DAT(baba)  tam bir İstanbul aşığı...Hazır dört İstanbul sever biraraya gelmişken bir İstanbul turu iyi gider diye düşündük:)


Kamondo MerdivenleriKamondo Merdivenleri İstanbul'un Galata semtindeki Voyvoda Caddesi'yle ile Banker Sokağı'nı birleştiren art nouveau üslûplu merdivenlerdir.
1850'li yıllarda yapılan merdivenler bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan Kamondo Ailesinden Abraham Salomon Kamondo adına yaptırılmıştır. O zamanlar Banker Sokağı da Rue Camondo (Kamondo Sokağı) olarak bilinmekteydi.

 Tur programı gereği 20 küsür kişilik grup ,rehber eşliğinde Galata kulesinin altında buluşup tanıştı ve tur başlamış oldu..

 Galata Kulesi dünyanın en eski kulelerinden biri olup, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiştir. 1204 yılındaki IV. Haçlı Seferi'nde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında "İsa Kulesi" adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmıştır. 1348 yılında yeniden yapıldığında kentin en büyük binası olmuştur.Galata Kulesi ile ilgili trajik bir ayrıntı da buradan iki kişinin intihar ettiğidir.1876 tarihinde, bir Avusturyalı, nöbetçilerin dalgınlığından faydalanıp kendini kuleden aşağı atmıştır. 6 Haziran 1973 günü ise ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğlu Vedat kuleden atlayarak intihar etmiştir. Oğuzcan bunun üzerine Galata Kulesi adlı şiiri yazmıştır.
Galata Kulesinden sonra ilk durak :Bir Roma Katolik Kilisesi olan Saint Peter ve Saint Paul Kilisesi...

 İki defa çıkan yangın ile tahribata uğramasından sonra bina İsviçre-İtalyan Fossati Kardeşler tarafından 1841 yılı ile 1843 yılı arasında yeniden inşa edilmiş.Galata'da ayakta kalan üç Orta Çağ Latin kilisesinden biri olan Saint Peter Kilisesi, şimdi İtalyanlarla birlikte yerli Malta toplumuna hizmet etmekte.Yanlış hatırlamıyorsam Pederin adı Antonio idi.Ziyaret saatini geçirdiğimiz halde son derece nazik bir şekilde bizi içeri davet etti.Çok misafirperver ve güler yüzlü bir insan olduğu için özellikle burada ismini geçirmek istedim:)























Kiliseden çıkıp aşağı,Karaköy'e doğru yürüyoruz ve bu sefer de Arap Camii rotamızda.

 
  Camii önceleri San Paola Klisesi olarak biliniyor.İstanbulda kültürler,dönemler okadar içiçe geçmiş ki hangisi önce hangisi sonra sorunu bu cami,kilise olayında da kendini gösteriyor..."Sivri külahlı hayli yüksek kare biçimli kulesiyle hala fark edilebilen Arap Camii; fetih öncesinden kalan İstanbul'un tek Gotik kilisesidir "diyor Wikipedia ve rehberimiz.Camiiyi Arapların inşa ettiği sonra Hristiyanların kilise olarak kullamdığı ve en son da Fatih'in İstanbul'u fethiyle tekrar camiye çevrildiği ve günümüze kadar o şekilde korunduğu bu turda Arap camii hakkında öğrendiklerimiz arasında.

  Arap Camiden çıkıp,muhteşem bir İstanbul gününde köprüde balık tutan insanları resimleyerek gezimize devam ediyoruz.Aslında kış günü böyle bir havanın olması sanırım annemlerin şansı:)

  Yine yürüyerek Aya Kapı yakınındaki Aya Nikola Kilisesine geliyoruz.Burası bir Rum Ortodoks Kilisesi.Kilisedeki en ilginç unsur girişteki kristallerle bezenmiş gemi şeklindeki avize.Buradan da Aya Nikolanın gemicilerin ve balıkçıların azizi olduğu kolaylıkla anlaşılıyor.



 Cibali'yi gezerken tarihle,günümüzün oluşturduğu aşağıdaki gibi pek çok kareye rastlayabilirsunuz. Buraya Cibali denmesinin sebebi ise;
 "Rivayete göre İstanbul'un, II. Mehmed tarafından 29 Mayıs 1453'te fethedildiği gün, Bursa Subaşısı Cebe Ali Bey bu semtteki sur kapısını kırıp şehre girmiş, bu kapı ve çevresindeki semt, daha sonra bu kişinin adı ile anıla gelmiş, sonradan halk arasında Cibali şeklinde değişmiş." Fotoğraftaki kapıda da bu yazıyor.


 Balatta yürüken etrafımızdaki cumbalı evler ilgimizi çekiyor.Hepsi ayrı renklerde boyanmış masal evleri gibi..Birkaç yüzyıl öncesinin sokaklarında arşınladığınızı hayal etmek hiç zor olmuyor.


  Buraların işkembesi meşhur diyerek meşhur balat işkembecisinde bir çorba molası veriyoruz.Biz hepimiz kelle paça sipariş veriyoruz.İşkembeyi oldum olası pek sevemedim..

 Yüzler mutlu,dinlenilmiş,karınlar doyurulmuş,sohbet muhabbetle devam ediyoruz yolumuza:)

Masallardan fırlamış bir şato gibi görünen ,Kırmızı Mektep olarak ta anılan Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu,Fransa'dan getirtilen kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş.Okul giriş ve üç kattan oluşmakta.Osmanlı Rum mimar Dimendis tarafından tasarlanan bina 1881 ve 1883 yılları arasında inşa edilmiş.
 Kırmızı Mektep'e çıkarken yokuşta karşınıza bu şirine çıkarsa şaşırmayın:)Bu küçük rüküş hanım elinde gördüğünüz inci boncuğu ziyaretçilere gösteriyor,isteyen de 1-2 lira karşılığı satın alıyor.Elinde bir de küçük çıkısı var, onun içinde de dağınık halde kolyeler ve eskimiş broşlar falan var.Sanki bir hazineymişçesine elinde sıkı sıkı tutup size itina ile gösteriyor.Ama bunları alırsanız kolyeyi siz yapmak zorundasınız diye de eklemeyi ihmal etmiyor:)

  Fener Rum Otodoks Patrikhanesi'ne giderken yine etrafımızda gördüğümüz güzellikleri fotoğraflıyoruz.Patrikhane,6. yy'dan itibaren Hristiyanlık âlemindeki din tartışmalarının önemli bir kesimini oluşturan Ortodoksluğun da merkezidir.Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sonra da buraya dokunulmamıştır.Bunun da altında son derece politik sebepler yatmaktadır.Nitekim o zamanlar Ortodoksların çoğu Osmanlı vatandaşıydı. Ekümenik (veya ökümenik), evrensel demektir ve Yunanca oikos (ev) kelimesinden gelir. Oikoumene, “üzerinde insan yaşayan her yer” demektir. [ Ortaçağda bütün Hıristiyan ruhanilerinin katıldığı ve dinî işlerin görüşüldüğü konsillere (meclislere) de ekümenik konsil, diğerlerine domestik (mahallî) konsil  denirdi. ]
İstanbul Patrikhânesinin ekümenik sıfatı, biraz da bütün Ortodoks Hıristiyanları birleştirme ülküsünü ifade eder. Benzer bir durum Roma’daki Papa için de söz konusudur. Katolik de zaten üniversal demektir.
Türkler İstanbul’u alınca şehrin halkı Katoliklerle birleşmek hususunda ikiye ayrılmıştı. Patrik II. Athanasios, buna karşı çıktığı için azledildiğinden patriklik makamı boştu. Fâtih Sultan Mehmed, Rumların seçtiği Genadios adında münzevi bir papazı kayd-ı hayat şartıyla Ekümenik Patrik (bütün Ortodoksların patrikliği) tayin etmiş ve kendisine vezir rütbesini vermiştir. Bu vazife tevdii esnasında, Roma İmparatorlarının uyguladığı geleneksel merasimler yapılmış; meselâ padişah patriği ayakta karşılayıp uğurlamış, kendisine âsâ ve has ahırdan saf kan bir at hediye edilmiştir. Bu sebeple Fâtih, ekseri Avrupalı tarihçilerce Doğu Roma İmparatoru olarak görülmüştür. Çünkü imparator, patriği tayine salâhiyetli tek makamdır.






  Patrikhane'den sonra programa sonradan eklenen ve iyiki de eklenen Camhaneye yollanıyoruz.Camhane adından da anlaşılacağı üzere bir cam tasrım ve uygulama merkezi.Burayı,gruptaki bir cam sanatçısı arkadaşın tavsiyesi üzerine geziyoruz..Rahberimizin görevliye ricaları netice veriyor ve grup ikiye ayrılarak galeriyi gezme imkanı buluyor.Yasemin Aslan Bakiri'nin birbirinden güzel ve özel eserlerini görme şansını yakalıyoruz biz de böylelikle..

Cam Atölyesi
Aşağıda resmi görülen Bulgar Sveti Stefan Kilisesinin içini tadilat sebebiyle göremedik maalesef.Ayrıca Demir Kilise olarak ta biliniyor.Dıştan görünüşü avrupa gotik kiliselerini bile kıskandıracak iekilde ve resimlerinden gördüğüm kadarıyla içi de öyle..

 Osmanlı Devleti'nin Bulgar uyrukları Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne bağlı Ortodoks kiliselerinde ibadet ederken, 19. yy'da kendilerine ait bağımsız bir kilise kurmak amacıyla girişimde bulunmuşlar. Alınan izinle önce "metoh" adı verilen bir papaz evi inşa edilmiş. Bu papaz evi bugün kilise girişinin tam karşısında, Mürsel Paşa Caddesi'nin öbür yanındaki yapıdır. Saçağının altında bütün cephesi boyunca uzanan tek satır halindeki Bulgarca bir yazıtta tamamlanış tarihi olarak 1850 yılı yazı verilmiş. Onun ardından bugünkü kilisenin yerinde ahşap bir kilise yapılmış. Bir süre sonra da aynı yerde daha büyük bir kilisenin yapılmasına girişilmiş. Haliç kıyısındaki zeminin çürüklüğü nedeniyle, yığma kâgir bir yapının temellerinin batacağı düşünülmüş, daha hafif olması için demir iskelet yöntemi seçilmiş. Yapının projesi İstanbullu bir Ermeni mimar olan Hovsep Aznavur'a yaptırılmış.
 Kilisenin uygulama projesinin hazırlanması ve prefabrik yapı parçalarının üretilmesi için 1892'de uluslararası bir yarışma açılmış. Yarışmayı kazanan Avusturya firması R. Ph. Waagner, 1893'te bir yandan projeleri tamamlarken, bir yandan da üretime geçmiş. Bütün parçalar bitince kilise önce firmanın Viyana'daki fabrikasının bahçesinde tümüyle kurulmuş, eksikleri tamamlanmış, sonra sökülerek tahminen 1896 baharında Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle İstanbul'a taşınmış. Burada, şimdiki yerinde yaklaşık bir buçuk yıllık bir çalışmayla yeniden kurulmuş ve 1898'de bir törenle kutsanarak açılmış.
 İçeride mermer görünümlü sütunlar bile demirden yapılmış.Bu farklılığı açıklayan bir efsane varmış:. Osmanlı padişahı Bulgarlar'ın bu kiliseyi yapmasını pek istemiyormuş. Israr sonunda, masal hükümdarları gibi işi zora koşarak, "bir şartla, kiliseyi bir ay içinde yaparsanız, izin veriyorum" demiş.Onun için de Bulgarlar dökme demiri tercih etmişler ve bir ayda kiliseyi monte etmişler.
Bulgar St. Stephan Kilisesi
 Kiliseyi dışardan fotoğrafladıktan sonra karaköy yönüne dönüyoruz.Hep sevmişimdir tarihi yarımadayı ve görünüşe göre seveceğim de.Balıkekmek yemek yanında turşusuyu ya da şalgam içmek beni annemlerle iki haftada bir buraları ziyaret ettiğimiz çocukluğuma götürüyor.


 Annemle babamın Haliç kıyısında bir hatıra fotoğrafını da çektikten sonra artık geri dönme vakti...Üzerimizde tatlı bir yorgunluk ve yüzlerimizde memnuniyetle biniyoruz motora..Güzel şehir bu İstanbul:)Hoşçakalın...


12 Şub 2013

Bir Haftasonu Ziyareti.Bursa-Cumalıkızık-Trilye

 Bursa'ya pekçok kez gitmiş olmama rağmen ancak şimdi yazmayı uygun gördüm:)Nedenini sormayın...Tamam sorduğunuzu farzederek açıklıyorum: Belki tembellik, belki ihmal...
 Sevgili arkadaşlarımız; ŞEF ve AY'ın daveti üzerine bu haftasonu rotada yine Bursa vardı..Maksat görmek görüşmekti ama buna küçük bir Bursa turu ve Cumalıkızık ziyareti eklemek bana da malzeme çıkardı hani..

 Daha önceki Bursa ziyaretlerimde Uludağ, Tophane, çeşitli müzeler, hanlar falan  tarafımdan dolaşılmıştı  ama Cumalıkızığa gitme fırsatım olmamıştı.O sebeple fotoğraflar üzerinden genel bir Bursa ve Cumalıkızık anlatısı olacak bu yazımda.
 Bursa Osmanlı Devleti'nin ilk başkenti olmas sebebiyle pek çok  tarihi esere sahip.Yine Ulu Camii de Bursa da görülecek yerler arasında yerini alır. Ayrıca Muradiye'yi de gezmenizi tavsiye ederim..
 O zaman konuyu daha dallandırmadan Cumalıkızık'tan girelim olaya:) Bildiğiniz üzere Emrah'ın başrolünde oynamış olduğu Kınalı Kar dizisi ile adını duymayan kalmadı bu şirin köyün. Ha ben izledim mi bu diziyi ,izlemedim ama köye Cumalıkızık'tan ziyade Kınalıkar Köyü denildiği için duymak durumunda bırakıldım:)
  Kuşaktan kuşağa aktarılan söylenceye göre Tokat dolaylarında yaşamakta olan Oğuz boylarından Kızıklar, Karakeçili aşiretinin bulunduğu bölgelere göç ederek Ertuğrul Gazi’den yerleşmek için yurt isterler. Ancak Karakeçili aşireti, Kızıklar’ın bu istemine karşı çıkar. Bunun üzerine Ertuğrul Gazi, düşmanlıklar doğmaması için Kızıklar’a, Uludağ’ın o zamanki adıyla Keşiş Dağı’nın kuzey eteklerinde yer gösterir.
  İki Oğuz boyu arasında sürekli dostluk sağlamak için de, Kızık boyu beyinin 7 oğlunu Karakeçili aşiretinden 7 güzel kızla evlendirilir. Kızık beyinin 7 oğlundan Cumali Bey, ailesi ve yakınlarıyla günümüzdeki Cumalıkızık’ta, Fethi Bey Fethiyekızık’ta (Fidyekızık), Hamlı Bey Hamamlıkızık’ta, Dal Bey Dallıkızık’ta, Bayındır Bey de Bayındırlıkızık’ta yurt kurarlar. Derekızık ile Değirmenlikızık’ın kimler tarafında kurulduğu söylencede yer almaz.
Bu yaygın bir söylence. Gerçekliği kesin değil. Cumalıkızık ve diğer Kızıkların adlarının nereden geldiği konusunda bilimsel bir uzlaşı sağlanabilmiş değildir. Ancak “Kızık” sözcüğünün Bursa yöresindeki Yörük Türkçesinde “derbent” anlamına gelen “kısık” sözcüğünden zamanla dönüşmüş olabileceği de düşünülebilir.
1685 tarihli Vakfiye’de yer aldığı üzere Cumalıkızık, bir Osmanlı Vakıf Köyüdür. Köyün kuruluşu Orhan Gazi (1326 – 1360) dönemine değin götürülebilir.
Osmanlı Dönemi konut dokusunu günümüze kadar koruyan ve 700 yıllık geçmişi olan Cumalıkızık, bu özellikleriyle gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışılmaktadır.




Aracı köyün içindeki ilköğretim okulunun otoparkına parkedip köyü dolaşmaya başlıyoruz. ŞEF'in daha önce gitmiş olduğu ve kahvaltısından pek memnun kaldığını söylediği Mavi Boncuk adlı mekanı aramaya koyuluyoruz. Neyse ki küçük bir köy olduğu için çabucak buluyoruz mavi boncuğu. Hava ,yağışlı ve soğuk olduğu için içeri geçiyoruz ,cayır cayır yanan sobanın yanı başındaki masalardan birine kuruluyoruz.Masaya kurulmamızla semaverin yanımızda bitmesi bir oluyor neredeyse. Sonrasında nefis bir kahvaltı...Özellikle peynir çeşitleri ve kızartılıp tereyağı sürülmüş ekmeği akılda kalıcı oldu..


 Kahvaltıdan sonra Cumalıkızığın şirin evleriyle çevrili daracık sokkalarında dolaşıp ,etrafı fotoğraflayarak bu ziyaretimizi de sonlandırıyoruz. Baharda ya da kar yağdığında nasıl da güzel görünceğini hayal ederek geçiyoruz üzüm asması çevrili evlerin yanından...



 Ha unutmadan oralara gidip köylü teyzelerin sattıkları tarhana,erişte,reçel ya da yün ürünlerinden almadan dönmek olmaz...




 Bursanın içinde de köylerinde de görülmeye değer pek çok  yer var. Özellikle ,Ülkü Pastanesi'nden o muhteşem eklerlerden ve marshal adındaki tatlılardan alıp, Bursa'nın tepeden manzarasını izlemek,tarihi saat kulesini görmek ve yanında da çay yudumlamak için Tophane ye gidin.Gezilecek görülecek bir sürü tarihi doku var Bursa'da...(Ekler sevmeyen bana ekler yedirten bir pastane,Teşekkürler arkadaşlar:)
 Bu haftasonu buraları gezdik ama baharda da bir Tirilye gezisi vardı şimdi onu da yazmazsam haksızlık olur. Tirilye, (diğer adı Zeytinbağ) de gerçekten görülmeye değer yerlerden.








 Bizans döneminde Bursa konsülünden kovulan üç papazın kurduğu bir köy,Trilye. Mudanya ilçesine bağlı... II. Bayezid döneminde İstanbul’dan 30 hane Türk’ün getirilerek yerleştirildiği ve eski kayıtlarda Kitai’nin iskelesi olarak anılmakta olan köy, Osmanlı döneminde Rumların büyük çoğunlukla yaşadıkları zengin bir yerleşim yeri idi. 

Özellikle zeytin ve zeytinyağı dünyaca tanınmıştı. İpekböcekçiliği ve şarap üretimi ile balıkçılık da önemli uğraşlar arasında geliyordu.
 Taş mektep, imarethane ve kiliseyi görüp köyü geziyoruz, en yüksek tepedeki çamlık kahvesinden İmralı adasını ve Armutlu yarımadasını seyrediyoruz.Sonra tekrar sahile inip çok şirin bir çaybahçesinde köyden aldığımız mis kokulu ekmekle çaylarımızı yudumlarken bir hatıra fotoğrafını da ihmal etmiyoruz..

20 Ara 2012

The Words


Uzun zamandır böyle iyi bir film izlememiştim! Buradan sadece filmin bana hissettirdikleri üzerinden yazacağım.Merak etmeyin filmin tüm içeriğini verip siz sinamaseverleri çıldırtmayacağım:)
 Sadece filmin konusuna değinecek olursak: Filmde 3 yazar karakteri ,2 de kitap var.Bir de çalınmış  başarı...Bana hissettridiklerine gelince: Kesinlikle yazar olmanın nasıl bir yetenek gerektirdiğini anlıyorsunuz...Kıskandım da doğrusu.Çok çalışmak ve çok istemek bir yana gerçekten saf bir yetenek meselesi, yoğun bir duygulanım meselesi..

Ayrıca tüm oyunculuklar çok başarılı...Jeremy Irons'un ses rengi yine bitirdi beni!
 Film öyle bir yerde bitiyor ki sizin beyninizde olasılıklar filmi  çekmeye devam ediyor..Neyse ,izleyin ve siz de size hissettridiklerini benle paylaşın ;)

28 Kas 2012

Giresun

      Bir türlü fırsat bulamadığım için ancak şimdi yazabildim bu güzel şehri... Bayram tatilini fırsat bilip, hem çok özlediğim ailemi ziyaret etmek hem de  Giresun'u bir kez daha görmek için düştük yollara..Aslında hemen hemen her yıl gidiyorum Giresun'a. Bu gezim, daha çok ziyaret amacı güttüğü için sizlerle çok iyi bildiğim yerlerini paylaşacağım. Belki başka bir yazımda, eğer arşivdeki fotoğraflarımı tarama sabrını, metanetini gösterebilirsem diğer bölgelerini de paylaşmak isterim.

      Ulaşım seçeneklerinden bahsetmek gerekirse, maalesef Giresun'da havaalanı yok(henüz yapımı devam eden Giresun-Ordu arasında bir havaalanı var ve 2015'e bitirilmesi planlanıyor) Bu sebeple ilk tercihiniz, özel araçla o kadar yolu çekemem diyosanız otobüs yolculuğu oluyor o da yaklaşık 16 saat sürüyor .Eğer onu da çekemem diyorsanız Trabzon havaalanı en yakın alternatif. Ama havaalanından Giresun merkez yaklaşık 2 saat sürüyor. Ulusoy Deryanın havaalanından Giresun'a servisleri var ve ücreti de sanırım 8,5 lira gibi bir şeydi..Biz uçağı tercih ettik. Karşılamaya gelen babamın dönüşte arabası arıza yapınca çok ufak bir Akçaabat macerası da yaşadık:) Bu da oradan ilginç bir kare...

      Neyse, Giresun' dan bahsedelim biraz..Giresun, Doğu Karadeniz Bölgesinin şirin bir ili. Aynı zamanda ben Giresunlu olduğum için ayrı bir anlamı var benim için bu şirin şehrin. Köklü bir tarihi olan şehirden, insanlarının sıcak kanlılığıyla doğal güzellikleri de bir araya gelince çok güzel hatıralarla ayrılıyorsunuz .


 Öncelikle görmemiz gereken yerler merkezde. Karadeniz'in tek adası olan Giresun Adası (Aretias) görülecek yerler arasında. Hem balık tutmak hem de adayı gezinmek için eniştemin ayarladığı tekneye atlayıp adaya doğru yollanıyoruz. Fakat öğreniyoruz ki adadaki arkeolojik çalışmalar yüzünden ziyarete kapalı. Sadece çevrede bilinen insanların balık tutmasına müsaade ediliyor, bu yüzden adanın iç kesimlerini gezemeden kayalıklarda hem balık tutuyoruz hem de Giresun'un akşamüstü manzarasıyla gözlerimize ziyafet çektiriyoruz.

Ayrıca görülebilecek yerler arasında Giresun Kalesi, müze,Meryem Ana Manastırı sayılabilir...Giresun merkezde iki gün geçirdikten sonra Dereli üzerinden Kümbet yaylasına doğru yollanıyoruz.Asıl hedefimiz Kümbet idi zaten.

Dereliden sonra peş peşe virajlı yoldan, yol boyunca takip eden dereyle, muhteşem yemyeşil bir manzarayla devam ediyorsunuz. Ayrıca sonbahar buralara ayrı bir güzellik katmış.Doğa bir tablo gibi seriliyor önümüze. Hangi renk yok ki!


 Kümbete yaklaştığınızı yol kenarlarında boy gösteren yoğun çam ormanından, etrafa çöken sisten ve soğuk havanın gelişinden anlayabiliyorsunuz. Yaklaşık 1 saat süren yolculukla Kümbet' tesiniz. Çifteoluktan su içmeden ,yayla pazarındaki kadınlardan  çeşitli otlardan, mantar tuzlamasından, kekik kokan tereyağından, yayla çiçeklerinden almadan geçmeyin.


Önce yayla merkezinden, Teksas vari iki katlı evlerin, dükkanların olduğu yoldan geçiyorsunuz.Zaten köşelerdeki fırınlardan burnunuza mis gibi yeni çıkmış pide kokusu geliyor ve dayanamıyor sıcak sıcak alıyorsunuz hemen, devam eden yolda indiriyorsunuz mideye..Merkezde lokantalar, fırınlar ,bakkallar, köy kahvehaneleri, berberler vs gibi minik dükkanlar var. Kalınabilecek birkaç küçük pansiyon  da var ama pek bakımsızlar, o sebeple biraz daha yukarılara tırmanınca, hatta bizim evimizin oralarda güzel bir pansiyon var ve hatta biraz ilerde de İsviçre tarzı bir dağ oteli var ;) Buraları görüp beğenenler daha uzun kalabilsinler diye yerli halk da evlerini kiraya veriyor. Senelik yada dönemlik cüz-i bir miktar ödeyerek, bütün sene istediğiniz zaman gelebileceğiniz bir çatınız oluyor.Yani konaklamayla ilgili o kadar seçenek var ki, merak etmeyin buralara kadar gelenleri hemen geri göndermiyorlar.(Konaklamayla ilgili ekstra bilgi için iletişime geçebilirsiniz.)
 Yayla merkezinde yapılaşmayla birlikte kirli bir görüntü oluşmuşsa da, valiliğin çabalarıyla bu pek yakında oldukça aza indirgenecek. Evlerin dışı Ahşap kaplanarak yayla mimarisine yaklaşılması hedefleniyor.

  Kümbette yapılacak birçok etkinlik var. Hatta atv kiralayan yerler bile var. Ama etkinliklerin en güzeli piknik oluyor ve yaylanın meşhur kuzu pirzolası da pikniğe tavan yaptırtıyor. Ama annem tipik bir yayla kadını olarak pikniğe yanında aletleriyle geliyor ardından kıyıda köşede kalmış ağaç dallarını toplayıp yakacak odun istifliyor. Eee bize de yardım etmek düşüyor tabii...Akşamları o odunlarla ısınıyoruz nitekim...İlk gün ne kadar güneşliyse ikinci gün de bir o kadar sisli geçiyor yaylada.Sisin ne zaman çökeceğini kestiremiyorsunuz zaten...Ama sisi bile bir başka güzel. Hele siz de Burki gibi sisli hava sevenlerdenseniz şans sizden yana;)

  Her türlü piknik nevalesini merkezdeki dükkanlardan temin edebiliyorsunuz. Hatta mangal bile veriyorlar...
 Ama buraya dikkat!!!Lütfen siz de piknik yaptıktan sonra çerini çöpünü ortalıkta bırakan doğa vandallarından olmayın!!Hatta yanınızda çöp torbası taşıyanlardan olun lütfen!!
 Doğa ana bize tüm güzelliklerini sunuyorken ona bu şekilde saygısızlık, haksızlık yapmamalıyız...
 Nitekim dağın başında bile memleketimizin güzide insanları nadide çöplerini bırakıvermişler kenara köşeye, çalı altlarına!!! Biz de bu güzel gün için doğada biraz temizlik yaparak teşekkür ettik yine doğaya. Hatta babam, testiyi kırmadan uyarmak mahiyetinde dönüş yolunda birkaç piknikçiyi uyararak görevini tamamladı:)

  Kahvemiz de pişiyor közde..Özledim yaa:(:(
  Yine babamın yaratıcılığıyla tasarladığı kütük sehpası..Bunun bir de küçük boyu var.Yine arkada ki bank ta o yaratıcılıktan nasibini almış:)
 Bunlar annemin kilerinden..Aslında babamın odunluğundan demek daha doğru olur.Annemin kışa hazırladıklarıyla yine babamın kışa hazırladıkları bir arada. Patates ve kabak annemin bahçesinden.Neler yok ki bahçesinde..Kıvırcık,soğan, maydanoz ,roka, pazı, karalahana, bezelye, patates, fasulye, ısırgan otu, mendek otu, kabak, kereviz, çilek, havuç ve aklıma gelmeyen birkaç zerzevat daha...
 Bunlar da annemin kaynattığı armut balı (pekmezi), turşular ve taneli taneli görünen de kiraz tuzlaması..Evet yanlış okumuyorsunuz biz o bildiğiniz kirazı tuzluyoruz:)
  Komşularının hediyesi sütü kaynatırken, bir yandan ısınıyor, bir yandan kestane kebap yapıyor, bir yandan çay demliyor ve bir yandan da hazırda sıcak su tutuyoruz. Her şey burada çok işlevsel:) Eğer kuzine yanıyorsa annem tüm yemekleri onun üstünde, içinde yapıyor...
 Daha birsürü güzel karenin arasından bunları seçip ,onların üzerinden anlatmaya çalıştım oraları..Neyse umarım kendiniz gidip görüp kendi karelerinizi paylaşırsınız benle diyerek bu yazımı da burada noktalıyorum.Sevgiyle kalın...

7 Kas 2012

TÜKETİM



 Tüketimin bu boyutunu, kendi kelimelerimle tarif etmem gerekseydi :  "İnsanları, çevremi, arkadaşlarımı da kuşatmışlığının vehametini her gün hayretler içinde izlediğim çağımızın hastalığı" derdim. Bilinçli, farkında ya da değil, hepimiz zaman zaman oyununa gelebiliyoruz. Önce masum bir reklamla başlıyor her şey, sonra moda akımlarıyla devam ediyor..Sosyal medya sayesinde bu hastalığı çok daha rahat yayabiliyoruz... Fotoğraflarımızın  bir tarafına özenle yerleştirilmiş akıllı telefonlarımız (Markayı tahmin etmişssinizdir), onun aracılığıyla yapıldığını milletin gözüne soktuğumuz paylaşımlarımız, hatta yeterli paranız varsa ve ona sahip olmuyorsanız dış seslerin psikolojik baskıları da cabası..

Elbette bunun gibi birçok örnek sayılabilir bu hastalığa, ama toplum bu durumu o kadar kanıksamış ki ne kadar anlatmaya çalışırsanız çalışın, programlanmış beyinler yine bildiğini okumaya devam ediyor. Trend olana eğilim son 20 yılda özlellikle toplumun beynine işlenmiş durumda. Üretim-tüketim dengesi çok önemli. Tüketimin bu kadarı nasıl hastalıklıysa bence üretimin de bir o kadar fazlası hastalıklı. İnsanlığın mutlu olmak için bu kadar lükse, refah sağlamak adı altında bu kadar materyale ihtiyacı var mı? Doğadan kopmamız, refahımızın artması bizi mutlu bireyler mi yaptı? Üzerinde çok düşünülesi sorular ...


 Hatta dış seslerin yanında bazen iç sesimiz bile aklımızı çelmeye çalışıyor: " o kadar çalışıyorsun, ne var kendini biraz şımartsan, ne olacakmış, ihtiyacın olmayabilir ama bak bu daha janjanlı, bunu alırsan imajın kuvvetli olur, bunun şurasında da şundan var"
 Ama maalesef olay öyle göründüğü gibi masum değil. Bütün bu tüketim çılgınlığı, toplumu, bireyi  ve ilişkilerini yozlaştırmakta ve dahası zengini daha zengin ,fakiri daha fakir yapmaktan ve dünyamızı sona her geçen gün biraz daha yaklaştırmaktan başka bir şey demek değil!

 Hatta geçen aylarda okuduğum bir haber durumun çok ama çok daha vahim bir boyuta geldiğini görmemi sağladı. Artık çocuklar üzerinden de bu oyun oynanıyor (muhakkak daha önce de vardı ama bu boyutta değildi sanırım). İlköğretim Ders kitaplarına A.V.M.lerle, MARKETlerle  ilgili koyulan özendirici hikayeler ve bu hikayelerin gerçek hayatta da böyle olduğunu görmem beni şok etti. İnsanlar artık gezmek için AVM lere  , mağaza vitrini izlemeye, market dolaşmaya gidiyor. Hatta çocuklarıyla sağlıklı zaman geçirmek yerine, tüm tatil günlerini bu tüketim kalelerinde geçiriyorlar ve bu durumun ne kadar hastalıklı olduğunun bilincinde değiller elbette.Çocuklar da her geçen gün daha doyumsuz oluyor.

Yani, bizi bizden daha doyumsuz bir gelecek bekliyor. Sırf facebookta fotoğrafları daha çok beğenilsin diye annesinden 2000 liralık fotoğraf makinası isteyen, buna özendirilen çocuklar var.1500-2000 liralık cep telefonları isteyen çocuklar var ve bu ailelerin çoğunluğu zar zor geçinen insanlar. Üstelik bu durumu da sadece çocuklarının masum ihtiyaçları ya da istekleri olarak görecek kadar da saflar ne yazık ki. Sistemin nasıl işlediğinin farkında değiller ne yazık ki...
Bu karikatür çok hoşuma gitti:)


 Bir de bu kadar endüstri atığının doğaya verdiği zararlar var. Her gün milyarlarca hala kullanılabilir ürün çöpe atılıyor, yerine yeni modeli konuyor. O çöpler ne oluyor? Dünyanın çekirdeğine kadar gidecek mi çöp çukurlarımız? İnsanoğlu doğadan uzaklaşmakla kendi sonunu mu hazırlıyor, ne dersiniz? Artık çocuklar sütün inekten geldiğini bilmeden marketten alınan bir ürün olduğunu savunacak kadar doğayı ve bağıntılarını yitirmiş durumda. Bunu geleceğimize yaparak bu vebalin altına imzamızı atmış olmuyor muyuz ?
 Sizlerle, aşağıda tüketimin tüm evreleriyle çok güzel anlatılmış olduğu bir video paylaşacağım.Umarım bir farkındalık yaratır ve büyük şirketlerin dünyayı yani bizi, nasıl bu sayede parmaklarında oynattığını görmemize yardımcı olur. BÜYÜK ŞİRKETLERİN ve onlarla işbirliği içinde olan HÜKÜMETLERİN!