13 Şub 2013

İstanbul Kültür Çıkartması

 Ankara'dan bizleri ziyarete gelen, Eşimin anne ve babasına küçük bir sürpriz yaparak, onları   İstanbul Kültür turuna yazdırdık. DAT(baba)  tam bir İstanbul aşığı...Hazır dört İstanbul sever biraraya gelmişken bir İstanbul turu iyi gider diye düşündük:)


Kamondo MerdivenleriKamondo Merdivenleri İstanbul'un Galata semtindeki Voyvoda Caddesi'yle ile Banker Sokağı'nı birleştiren art nouveau üslûplu merdivenlerdir.
1850'li yıllarda yapılan merdivenler bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan Kamondo Ailesinden Abraham Salomon Kamondo adına yaptırılmıştır. O zamanlar Banker Sokağı da Rue Camondo (Kamondo Sokağı) olarak bilinmekteydi.

 Tur programı gereği 20 küsür kişilik grup ,rehber eşliğinde Galata kulesinin altında buluşup tanıştı ve tur başlamış oldu..

 Galata Kulesi dünyanın en eski kulelerinden biri olup, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiştir. 1204 yılındaki IV. Haçlı Seferi'nde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında "İsa Kulesi" adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmıştır. 1348 yılında yeniden yapıldığında kentin en büyük binası olmuştur.Galata Kulesi ile ilgili trajik bir ayrıntı da buradan iki kişinin intihar ettiğidir.1876 tarihinde, bir Avusturyalı, nöbetçilerin dalgınlığından faydalanıp kendini kuleden aşağı atmıştır. 6 Haziran 1973 günü ise ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğlu Vedat kuleden atlayarak intihar etmiştir. Oğuzcan bunun üzerine Galata Kulesi adlı şiiri yazmıştır.
Galata Kulesinden sonra ilk durak :Bir Roma Katolik Kilisesi olan Saint Peter ve Saint Paul Kilisesi...

 İki defa çıkan yangın ile tahribata uğramasından sonra bina İsviçre-İtalyan Fossati Kardeşler tarafından 1841 yılı ile 1843 yılı arasında yeniden inşa edilmiş.Galata'da ayakta kalan üç Orta Çağ Latin kilisesinden biri olan Saint Peter Kilisesi, şimdi İtalyanlarla birlikte yerli Malta toplumuna hizmet etmekte.Yanlış hatırlamıyorsam Pederin adı Antonio idi.Ziyaret saatini geçirdiğimiz halde son derece nazik bir şekilde bizi içeri davet etti.Çok misafirperver ve güler yüzlü bir insan olduğu için özellikle burada ismini geçirmek istedim:)























Kiliseden çıkıp aşağı,Karaköy'e doğru yürüyoruz ve bu sefer de Arap Camii rotamızda.

 
  Camii önceleri San Paola Klisesi olarak biliniyor.İstanbulda kültürler,dönemler okadar içiçe geçmiş ki hangisi önce hangisi sonra sorunu bu cami,kilise olayında da kendini gösteriyor..."Sivri külahlı hayli yüksek kare biçimli kulesiyle hala fark edilebilen Arap Camii; fetih öncesinden kalan İstanbul'un tek Gotik kilisesidir "diyor Wikipedia ve rehberimiz.Camiiyi Arapların inşa ettiği sonra Hristiyanların kilise olarak kullamdığı ve en son da Fatih'in İstanbul'u fethiyle tekrar camiye çevrildiği ve günümüze kadar o şekilde korunduğu bu turda Arap camii hakkında öğrendiklerimiz arasında.

  Arap Camiden çıkıp,muhteşem bir İstanbul gününde köprüde balık tutan insanları resimleyerek gezimize devam ediyoruz.Aslında kış günü böyle bir havanın olması sanırım annemlerin şansı:)

  Yine yürüyerek Aya Kapı yakınındaki Aya Nikola Kilisesine geliyoruz.Burası bir Rum Ortodoks Kilisesi.Kilisedeki en ilginç unsur girişteki kristallerle bezenmiş gemi şeklindeki avize.Buradan da Aya Nikolanın gemicilerin ve balıkçıların azizi olduğu kolaylıkla anlaşılıyor.



 Cibali'yi gezerken tarihle,günümüzün oluşturduğu aşağıdaki gibi pek çok kareye rastlayabilirsunuz. Buraya Cibali denmesinin sebebi ise;
 "Rivayete göre İstanbul'un, II. Mehmed tarafından 29 Mayıs 1453'te fethedildiği gün, Bursa Subaşısı Cebe Ali Bey bu semtteki sur kapısını kırıp şehre girmiş, bu kapı ve çevresindeki semt, daha sonra bu kişinin adı ile anıla gelmiş, sonradan halk arasında Cibali şeklinde değişmiş." Fotoğraftaki kapıda da bu yazıyor.


 Balatta yürüken etrafımızdaki cumbalı evler ilgimizi çekiyor.Hepsi ayrı renklerde boyanmış masal evleri gibi..Birkaç yüzyıl öncesinin sokaklarında arşınladığınızı hayal etmek hiç zor olmuyor.


  Buraların işkembesi meşhur diyerek meşhur balat işkembecisinde bir çorba molası veriyoruz.Biz hepimiz kelle paça sipariş veriyoruz.İşkembeyi oldum olası pek sevemedim..

 Yüzler mutlu,dinlenilmiş,karınlar doyurulmuş,sohbet muhabbetle devam ediyoruz yolumuza:)

Masallardan fırlamış bir şato gibi görünen ,Kırmızı Mektep olarak ta anılan Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu,Fransa'dan getirtilen kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş.Okul giriş ve üç kattan oluşmakta.Osmanlı Rum mimar Dimendis tarafından tasarlanan bina 1881 ve 1883 yılları arasında inşa edilmiş.
 Kırmızı Mektep'e çıkarken yokuşta karşınıza bu şirine çıkarsa şaşırmayın:)Bu küçük rüküş hanım elinde gördüğünüz inci boncuğu ziyaretçilere gösteriyor,isteyen de 1-2 lira karşılığı satın alıyor.Elinde bir de küçük çıkısı var, onun içinde de dağınık halde kolyeler ve eskimiş broşlar falan var.Sanki bir hazineymişçesine elinde sıkı sıkı tutup size itina ile gösteriyor.Ama bunları alırsanız kolyeyi siz yapmak zorundasınız diye de eklemeyi ihmal etmiyor:)

  Fener Rum Otodoks Patrikhanesi'ne giderken yine etrafımızda gördüğümüz güzellikleri fotoğraflıyoruz.Patrikhane,6. yy'dan itibaren Hristiyanlık âlemindeki din tartışmalarının önemli bir kesimini oluşturan Ortodoksluğun da merkezidir.Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sonra da buraya dokunulmamıştır.Bunun da altında son derece politik sebepler yatmaktadır.Nitekim o zamanlar Ortodoksların çoğu Osmanlı vatandaşıydı. Ekümenik (veya ökümenik), evrensel demektir ve Yunanca oikos (ev) kelimesinden gelir. Oikoumene, “üzerinde insan yaşayan her yer” demektir. [ Ortaçağda bütün Hıristiyan ruhanilerinin katıldığı ve dinî işlerin görüşüldüğü konsillere (meclislere) de ekümenik konsil, diğerlerine domestik (mahallî) konsil  denirdi. ]
İstanbul Patrikhânesinin ekümenik sıfatı, biraz da bütün Ortodoks Hıristiyanları birleştirme ülküsünü ifade eder. Benzer bir durum Roma’daki Papa için de söz konusudur. Katolik de zaten üniversal demektir.
Türkler İstanbul’u alınca şehrin halkı Katoliklerle birleşmek hususunda ikiye ayrılmıştı. Patrik II. Athanasios, buna karşı çıktığı için azledildiğinden patriklik makamı boştu. Fâtih Sultan Mehmed, Rumların seçtiği Genadios adında münzevi bir papazı kayd-ı hayat şartıyla Ekümenik Patrik (bütün Ortodoksların patrikliği) tayin etmiş ve kendisine vezir rütbesini vermiştir. Bu vazife tevdii esnasında, Roma İmparatorlarının uyguladığı geleneksel merasimler yapılmış; meselâ padişah patriği ayakta karşılayıp uğurlamış, kendisine âsâ ve has ahırdan saf kan bir at hediye edilmiştir. Bu sebeple Fâtih, ekseri Avrupalı tarihçilerce Doğu Roma İmparatoru olarak görülmüştür. Çünkü imparator, patriği tayine salâhiyetli tek makamdır.






  Patrikhane'den sonra programa sonradan eklenen ve iyiki de eklenen Camhaneye yollanıyoruz.Camhane adından da anlaşılacağı üzere bir cam tasrım ve uygulama merkezi.Burayı,gruptaki bir cam sanatçısı arkadaşın tavsiyesi üzerine geziyoruz..Rahberimizin görevliye ricaları netice veriyor ve grup ikiye ayrılarak galeriyi gezme imkanı buluyor.Yasemin Aslan Bakiri'nin birbirinden güzel ve özel eserlerini görme şansını yakalıyoruz biz de böylelikle..

Cam Atölyesi
Aşağıda resmi görülen Bulgar Sveti Stefan Kilisesinin içini tadilat sebebiyle göremedik maalesef.Ayrıca Demir Kilise olarak ta biliniyor.Dıştan görünüşü avrupa gotik kiliselerini bile kıskandıracak iekilde ve resimlerinden gördüğüm kadarıyla içi de öyle..

 Osmanlı Devleti'nin Bulgar uyrukları Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne bağlı Ortodoks kiliselerinde ibadet ederken, 19. yy'da kendilerine ait bağımsız bir kilise kurmak amacıyla girişimde bulunmuşlar. Alınan izinle önce "metoh" adı verilen bir papaz evi inşa edilmiş. Bu papaz evi bugün kilise girişinin tam karşısında, Mürsel Paşa Caddesi'nin öbür yanındaki yapıdır. Saçağının altında bütün cephesi boyunca uzanan tek satır halindeki Bulgarca bir yazıtta tamamlanış tarihi olarak 1850 yılı yazı verilmiş. Onun ardından bugünkü kilisenin yerinde ahşap bir kilise yapılmış. Bir süre sonra da aynı yerde daha büyük bir kilisenin yapılmasına girişilmiş. Haliç kıyısındaki zeminin çürüklüğü nedeniyle, yığma kâgir bir yapının temellerinin batacağı düşünülmüş, daha hafif olması için demir iskelet yöntemi seçilmiş. Yapının projesi İstanbullu bir Ermeni mimar olan Hovsep Aznavur'a yaptırılmış.
 Kilisenin uygulama projesinin hazırlanması ve prefabrik yapı parçalarının üretilmesi için 1892'de uluslararası bir yarışma açılmış. Yarışmayı kazanan Avusturya firması R. Ph. Waagner, 1893'te bir yandan projeleri tamamlarken, bir yandan da üretime geçmiş. Bütün parçalar bitince kilise önce firmanın Viyana'daki fabrikasının bahçesinde tümüyle kurulmuş, eksikleri tamamlanmış, sonra sökülerek tahminen 1896 baharında Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle İstanbul'a taşınmış. Burada, şimdiki yerinde yaklaşık bir buçuk yıllık bir çalışmayla yeniden kurulmuş ve 1898'de bir törenle kutsanarak açılmış.
 İçeride mermer görünümlü sütunlar bile demirden yapılmış.Bu farklılığı açıklayan bir efsane varmış:. Osmanlı padişahı Bulgarlar'ın bu kiliseyi yapmasını pek istemiyormuş. Israr sonunda, masal hükümdarları gibi işi zora koşarak, "bir şartla, kiliseyi bir ay içinde yaparsanız, izin veriyorum" demiş.Onun için de Bulgarlar dökme demiri tercih etmişler ve bir ayda kiliseyi monte etmişler.
Bulgar St. Stephan Kilisesi
 Kiliseyi dışardan fotoğrafladıktan sonra karaköy yönüne dönüyoruz.Hep sevmişimdir tarihi yarımadayı ve görünüşe göre seveceğim de.Balıkekmek yemek yanında turşusuyu ya da şalgam içmek beni annemlerle iki haftada bir buraları ziyaret ettiğimiz çocukluğuma götürüyor.


 Annemle babamın Haliç kıyısında bir hatıra fotoğrafını da çektikten sonra artık geri dönme vakti...Üzerimizde tatlı bir yorgunluk ve yüzlerimizde memnuniyetle biniyoruz motora..Güzel şehir bu İstanbul:)Hoşçakalın...


12 Şub 2013

Bir Haftasonu Ziyareti.Bursa-Cumalıkızık-Trilye

 Bursa'ya pekçok kez gitmiş olmama rağmen ancak şimdi yazmayı uygun gördüm:)Nedenini sormayın...Tamam sorduğunuzu farzederek açıklıyorum: Belki tembellik, belki ihmal...
 Sevgili arkadaşlarımız; ŞEF ve AY'ın daveti üzerine bu haftasonu rotada yine Bursa vardı..Maksat görmek görüşmekti ama buna küçük bir Bursa turu ve Cumalıkızık ziyareti eklemek bana da malzeme çıkardı hani..

 Daha önceki Bursa ziyaretlerimde Uludağ, Tophane, çeşitli müzeler, hanlar falan  tarafımdan dolaşılmıştı  ama Cumalıkızığa gitme fırsatım olmamıştı.O sebeple fotoğraflar üzerinden genel bir Bursa ve Cumalıkızık anlatısı olacak bu yazımda.
 Bursa Osmanlı Devleti'nin ilk başkenti olmas sebebiyle pek çok  tarihi esere sahip.Yine Ulu Camii de Bursa da görülecek yerler arasında yerini alır. Ayrıca Muradiye'yi de gezmenizi tavsiye ederim..
 O zaman konuyu daha dallandırmadan Cumalıkızık'tan girelim olaya:) Bildiğiniz üzere Emrah'ın başrolünde oynamış olduğu Kınalı Kar dizisi ile adını duymayan kalmadı bu şirin köyün. Ha ben izledim mi bu diziyi ,izlemedim ama köye Cumalıkızık'tan ziyade Kınalıkar Köyü denildiği için duymak durumunda bırakıldım:)
  Kuşaktan kuşağa aktarılan söylenceye göre Tokat dolaylarında yaşamakta olan Oğuz boylarından Kızıklar, Karakeçili aşiretinin bulunduğu bölgelere göç ederek Ertuğrul Gazi’den yerleşmek için yurt isterler. Ancak Karakeçili aşireti, Kızıklar’ın bu istemine karşı çıkar. Bunun üzerine Ertuğrul Gazi, düşmanlıklar doğmaması için Kızıklar’a, Uludağ’ın o zamanki adıyla Keşiş Dağı’nın kuzey eteklerinde yer gösterir.
  İki Oğuz boyu arasında sürekli dostluk sağlamak için de, Kızık boyu beyinin 7 oğlunu Karakeçili aşiretinden 7 güzel kızla evlendirilir. Kızık beyinin 7 oğlundan Cumali Bey, ailesi ve yakınlarıyla günümüzdeki Cumalıkızık’ta, Fethi Bey Fethiyekızık’ta (Fidyekızık), Hamlı Bey Hamamlıkızık’ta, Dal Bey Dallıkızık’ta, Bayındır Bey de Bayındırlıkızık’ta yurt kurarlar. Derekızık ile Değirmenlikızık’ın kimler tarafında kurulduğu söylencede yer almaz.
Bu yaygın bir söylence. Gerçekliği kesin değil. Cumalıkızık ve diğer Kızıkların adlarının nereden geldiği konusunda bilimsel bir uzlaşı sağlanabilmiş değildir. Ancak “Kızık” sözcüğünün Bursa yöresindeki Yörük Türkçesinde “derbent” anlamına gelen “kısık” sözcüğünden zamanla dönüşmüş olabileceği de düşünülebilir.
1685 tarihli Vakfiye’de yer aldığı üzere Cumalıkızık, bir Osmanlı Vakıf Köyüdür. Köyün kuruluşu Orhan Gazi (1326 – 1360) dönemine değin götürülebilir.
Osmanlı Dönemi konut dokusunu günümüze kadar koruyan ve 700 yıllık geçmişi olan Cumalıkızık, bu özellikleriyle gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışılmaktadır.




Aracı köyün içindeki ilköğretim okulunun otoparkına parkedip köyü dolaşmaya başlıyoruz. ŞEF'in daha önce gitmiş olduğu ve kahvaltısından pek memnun kaldığını söylediği Mavi Boncuk adlı mekanı aramaya koyuluyoruz. Neyse ki küçük bir köy olduğu için çabucak buluyoruz mavi boncuğu. Hava ,yağışlı ve soğuk olduğu için içeri geçiyoruz ,cayır cayır yanan sobanın yanı başındaki masalardan birine kuruluyoruz.Masaya kurulmamızla semaverin yanımızda bitmesi bir oluyor neredeyse. Sonrasında nefis bir kahvaltı...Özellikle peynir çeşitleri ve kızartılıp tereyağı sürülmüş ekmeği akılda kalıcı oldu..


 Kahvaltıdan sonra Cumalıkızığın şirin evleriyle çevrili daracık sokkalarında dolaşıp ,etrafı fotoğraflayarak bu ziyaretimizi de sonlandırıyoruz. Baharda ya da kar yağdığında nasıl da güzel görünceğini hayal ederek geçiyoruz üzüm asması çevrili evlerin yanından...



 Ha unutmadan oralara gidip köylü teyzelerin sattıkları tarhana,erişte,reçel ya da yün ürünlerinden almadan dönmek olmaz...




 Bursanın içinde de köylerinde de görülmeye değer pek çok  yer var. Özellikle ,Ülkü Pastanesi'nden o muhteşem eklerlerden ve marshal adındaki tatlılardan alıp, Bursa'nın tepeden manzarasını izlemek,tarihi saat kulesini görmek ve yanında da çay yudumlamak için Tophane ye gidin.Gezilecek görülecek bir sürü tarihi doku var Bursa'da...(Ekler sevmeyen bana ekler yedirten bir pastane,Teşekkürler arkadaşlar:)
 Bu haftasonu buraları gezdik ama baharda da bir Tirilye gezisi vardı şimdi onu da yazmazsam haksızlık olur. Tirilye, (diğer adı Zeytinbağ) de gerçekten görülmeye değer yerlerden.








 Bizans döneminde Bursa konsülünden kovulan üç papazın kurduğu bir köy,Trilye. Mudanya ilçesine bağlı... II. Bayezid döneminde İstanbul’dan 30 hane Türk’ün getirilerek yerleştirildiği ve eski kayıtlarda Kitai’nin iskelesi olarak anılmakta olan köy, Osmanlı döneminde Rumların büyük çoğunlukla yaşadıkları zengin bir yerleşim yeri idi. 

Özellikle zeytin ve zeytinyağı dünyaca tanınmıştı. İpekböcekçiliği ve şarap üretimi ile balıkçılık da önemli uğraşlar arasında geliyordu.
 Taş mektep, imarethane ve kiliseyi görüp köyü geziyoruz, en yüksek tepedeki çamlık kahvesinden İmralı adasını ve Armutlu yarımadasını seyrediyoruz.Sonra tekrar sahile inip çok şirin bir çaybahçesinde köyden aldığımız mis kokulu ekmekle çaylarımızı yudumlarken bir hatıra fotoğrafını da ihmal etmiyoruz..